“Herkes konuştu sıra bizde” iradesini ortaya koyacak gün geldi...

Maraş depremleri sonrası ‘burada devlet yok’ çığlığı Saray Rejimi’nin yavaş ama geri döndürülemeyen çözülme/yönetememe krizini de gösteriyor. Diğer yandan proleterleşme sürecine ve bunun yönetimine karşı müdahale/mücadele eden bir direniş çizgisi zayıf da olsa belirgin ve önümüzdeki dönemde artık daha etkili olabilmesinin koşulları da oluştu...


MAHİR'İN EMANETİ SANDIĞA SIĞMAZ!

14 Mayıs seçimlerinin parlamento ayağı sona erdi, 28 Mayıs’ta ise ikinci tura kalan Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılacak. Bu noktada seçim sürecini kısaca değerlendirmek ve önümüzdeki döneme dair atılacak adımları netleştirmek gerekiyor.[1]

Son on yıla ve sömürge tipi faşizme dair bir hatırlatma

Seçim sürecinde sosyalist hareketin tarihi parlamenter eksende neredeyse yeniden yazılmaya çalışıldı. (Ki bu durumda geleneğimizin dağınık/duraklayan görüntüsü de önemli bir rol oynadı). Örneğin sosyal medyada yapılan ‘30 Mart Kızıldere’ paylaşımlarında Mahir bir kahraman/öğretmen, Kızıldere eylemi ise salt Denizlerin idamına karşı dayanışma olarak ifade edilip neredeyse geleneksel sol hareketin bir parçası haline getirildi. Oysa Kızıldere, Kesintisiz Devrim II-III broşürlerinde ifade edilen direniş çizgisinin bir pratiğidir. Elbette Denizlerin kurtarılması için harekete geçmek bir dayanışmadır ama bir o kadar da solu direniş çizgisinde birleştirmenin bir göstergesidir de.

Mahir Çayan bu broşürlerde emperyalizmi bunalım dönemleri metodolojisiyle kavrayan, egemen sınıf bloğunu oligarşik dikta olarak tanımlayan ve rejimi sömürge tipi faşizm olarak tespit edip buna uygun bir direniş çizgisi ile sola egemen olan geleneksel revizyonist çizgiden kopuşun teorisini ortaya koymuştur. Rejimi nasıl tanımlarsanız ona göre bir mücadele çizgisi ortaya koyarsınız. Mahir, sömürge tipi faşizmi, “Bizim gibi ülkelerdeki oligarşik yönetim, rahatlıkla işçi ve emekçi kitlelerin, demokratik hak ve özgürlüklerinin olmadığı tam bir dikta yönetimi ile ülkeyi yönetebilmektedir. Buna sömürge tipi faşizm de diyebiliriz. Bu yönetim, ya klasik burjuva demokrasisi ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan ‘temsili demokrasi’ ile icra edilir, (gizli faşizm) ya da, sandıksal demokrasiye itibar edilmeden açıkça icra edilir. Ancak açık icrası sürekli değildir. Genellikle, ipin ucunu kaçırdığı zaman başvurduğu bir yöntemdir” diye tanımlar.

Mahir’in geleneğini sahiplenen direniş çizgisi, sömürge tipi faşizm tartışmasını derinleştirir. Buna göre bu kavrayışın temelinde Dimitrov’un Komintern’de bizim gibi ülkelere atfen “sınıfsal yapısını değiştirmeksizin açık terörist diktatoryayı kaba ve uydurma bir parlamentarizm ile birleştiren” faşizme dair tespitleri bulunmaktadır. 12 Eylül dönemi açık faşizm, sonrası gizli faşizm diye adlandırılırken 28 Şubat sonrası ‘savaş rejimi’ tespitiyle gizli ve açık faşist yöntemlerin içiçe geçtiği tespiti yapılır.

Burada açık uçlu olarak bırakmak istediğim bir tartışma başlığı var. Emperyalizmin yeni bir bunalım dönemi içinde olduğumuz ve neo-faşizm tespitlerine de atfen; 2008 yılı sonrası neoliberalizmin krizi ve bunun Türkiye’ye yansımaları, hızlı bir proleterleştirme ve buna bağlı bir yönetim (baskı-denetim) mekanizmaları ihtiyacı; Haziran, 6-8 Ekim, Sur-Nusaybin-Cizre ve diğer işçi-halk direnişlerine karşı bir bastırmanın oluşturulması; 2011 Suriye ve 2014 Ukrayna Savaşları ile belirginleşen uluslararası konjonktürde; oligarşi içi ittifak ve çatışmaların sonucu olarak ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildi. Yani, sömürge tipi faşizmin bu koşullarda kendini (parlamentonun işlevini daraltan, baskı ve zor yöntemlerinin daha çıplak hale geldiği ve devletin bir şirket gibi yönetildiği) ‘Saray Rejimi’ olarak yeniden yapılandırdığını düşünüyorum.

Tam da bu noktada “süreci emek hareketi ve sosyalistler nasıl karşıladı?” sorusunu sormak gerekiyor. AKP’li yılların ilk döneminde Irak işgaline, NATO zirvesine ve IMF-Dünya Bankası politikalarına karşı mücadele sola önemli bir ivme kazandırmıştı. 2007 yılından sonra ise Tuzla tersanelerinde iş cinayetlerine karşı grevler, SSGSS Yasası’na karşı yerel güçlere dayanan HSGGP eylemleri, Tekel direnişi, taşeron (güvencesiz) çalıştırmaya karşı güvenceli iş talebiyle işçi örgütlenmeleri, parasız eğitim-sağlık-enerji-ulaşım-barınma hakkı mücadeleleri, kentsel yaşama ve doğanın tahribatına karşı eylemler, metal fırtına, Kürtlerin ve kadınların özgürlük mücadeleleri vd. yani neoliberal politikalara ve toplumsal yaşama müdahaleye karşı işyerlerinde, sokakta verilen bir kitlesel direniş dönemi yaşandı. İşte bu birikim, enerji sonucu Gezi/Haziran isyanı patlak verdi.

7 Haziran 2015 seçimleri sonrası HDP’nin yüzde 13,12 oy alması ve AKP’nin parlamentoda çoğunluğu kaybetmesi Haziran İsyanı’nın bir yansıması olurken sosyalist hareket içinde bir süreliğine bir ‘bayram kutlaması’na yol açtı. Ancak HDP’nin 5 Haziran mitingine bomba atılması, Suruç Katliamı ve devamında 10 Ekim Katliamı, aynı dönemde Sur, Cizre ve Nusaybin direnişlerinin devletin şiddetli saldırılarına maruz kalması ‘Saray Rejimi’nin yapılandırılmasındaki temel ayağı oluşturdu. Yani işçi sınıfına, halka ve sosyalistlere karşı bir savaş (diğeri 17-25 Aralık ve 15 Temmuz oligarşi içi çatışmalar).

Özellikle 10 Ekim Katliamı, 1990’larda başlayan ama 2000’li yıllarda ivme kazanan mücadelede politikleşen kuşakların 12 Eylül’ü oldu. Bu saldırıya hazırlıksızlık (önceki saldırıların bir uyarı olarak görülmesi görüşlerinin dikkate alınmaması -tabii ki bu saldırının durdurulma ihtimali de yoktu-), saldırı sonrası oluşan korku ve bu saldırının karşılıksız bırakılması birçok arkadaşımızın politik mücadeleden uzaklaşmasına, psikolojik destek almasına ve rejimin istediği gibi ‘sistem içi mücadeleye’ kanalize olmasına yol açtı. Parlamentarist çizgi emek hareketinde ve sosyalist mücadelede hâkim hale geldi. (Öznel olarak da ‘direniş çizgisi’nin güvencesiz işçi hareketlerini ve yoksul halkın taleplerini temel alan mücadele hattı yerine sendikalarda pozisyon alma, faşizme karşı sokak merkezli yerine sandık merkezli mücadele vb. fikirler de belirleyici hale geldi). Son seçim sürecine böyle geldik.

14 Mayıs 2023 seçimleri üzerine kısa bir değerlendirme

“Bu durum genel olarak muhalefetin özel olarak sosyalistlerin krizine de işaret etmektedir. Sol işçileşen, yoksullaştırılan, temel hakları gasp edilmiş geniş halk kitlelerinin somut sorunlarını örgütlemekten, onun politik hareketini yaratacak zeminlerden uzaklaşmıştır. Bu durumda ekonomik kriz, pandemi ya da deprem gibi toplumsal altüst oluşlar sonucunda geniş halk kitlelerinin kendiliğinden ‘muhalefete’ yönelmesini beklemek siyasi körlüktür. Tam tersine devrimci siyasetin boşluğunda bu yıkım gericiliğin ve faşizmin kitle temelini beslemektedir. Nihayet halkın kendi sorunlarının çözümünün bir parçası olabileceği mücadele zeminleri kurulmadan gerçek bir dönüşümün sağlanamadığı, bunun sandık sonuçlarına da yansımayacağı bir kez daha görülmüştür. Faşizmi salt seçimler yoluyla alt etme stratejisi başarısız olmuştur. Başarısız olan, anti-faşist siyaset değil, sınıf siyaseti değil, anti-faşist mücadele ile sınıf mücadelesi arasındaki zorunlu bağı ihmal eden, halkın direniş eğilimlerini seçmen davranışına indirgeyen taktik ve stratejilerdir.”[2] Halkevleri Genel Başkanı’nın açıklaması esasında bu sürecin genel hatlarını ortaya koyuyor. Ancak ittifaklar üzerinden de kısaca bir değerlendirme yapmak gerekiyor.

Cumhur İttifakı. Türkiye’yi yönetmekte zorlanan ve seçim sürecinde muhalefeti parçalama olanakları daralan bu ittifak gerici-faşist saflarını güçlendirme ve daha homojenleşme yolunu seçti. AKP’de görece bir daralma olduğu doğru. Ancak karşındakinin gücünü abartmamak gerektiği gibi gücünü hafife almamak da gerekir. EYT, ücretsiz doğalgaz, borçlu ailelerin istikrar arayışı, yüksek enflasyona rağmen işsizliğin önlenmesi, asgari ücret üzerinden verilen artış vaatleri ve bu dönemde belli yan gelirler (kara bir ekonominin oluşması), yoksullaşmanın gerçekliğine rağmen konut sahibi olma (banka kredilerinin zaman içinde erimesi, müteahite verilen arsalar-evler karşılığı alınan daire rantları), bir tüketim ekonomisinin oluşturulması vd. yani muazzam bir sermaye büyümesinin 20 yılda oluşturulan kılcal damarlar kanalıyla halka damlatılması. MHP-BBP’de (ve buna mafyayı da eklemek gerekir) somutlaşan milliyetçilik. Savunma sanayiindeki uçak-füze-fırkateyn vb.’nin bu ekibe yaraması ve ordu-polis içindeki gücü. Yeniden Refah Partisi’nin katılımı ile tarikatların birliğinin sağlanması. Ayrıca bu partinin pandemi döneminde ‘aşı karşıtlığı’ üzerinden geleneksel muhafazakar kitle içinde bir taban bulması diğer yandan tarikatlar ve Hak-İş’e bağlı bazı sendikalar üzerinden özellikle sanayi işçileri içinde örgütlenmesi (Kartal-Tuzla-Gebze hattında bu süreçte karşı karşıya gelmiştik). Hüda-Par üzerinden ise Kürt halkı üzerinde bir gedik açılmaya çalışılması.

Millet İttifakı. CHP’nin sağ açılımı ile Saadet, Deva, Gelecek ve Demokrat Partilerini kapsamasının bir alternatif oluşturmadığı görüldü (toplasan yüzde 1 oyları var). İyi Parti çizdiği zikzaklı çizgi ile MHP’nin gerisinde kaldı. Faiz düşürüp ülkeyi ucuz emek cenneti haline getiren politikalara karşı ABD’ye direkt ihracat yapan alanları oluşturma, inovasyon uygulamaları ve muhtemelen IMF politikaları vaadi; iktidarı Rusya yanlılığı ile suçlayıp NATO-ABD-Avrupa müttefikliği görüntüsü vb. alternatif olarak görülmedi. Yani sağa karşı sağ politikalar halk için bir umut oluşturmadı. Burada temel rüzgar ‘Erdoğan karşıtlığı’ ve demokrasi, kadın hakları, baskının azalması gibi vaatler oldu ama bunlar da bu heterojen yapı içinde tam olarak ittifak programında yer almadı, halk kitlelerine soyut olarak gözüktü.

Emek-Özgürlük ve Sosyalist Güç Birliği İttifakları. Emek hareketinin ve sosyalistlerin gerçekliği şu. Türkiye’de 2019 yılı sonundan beri (seçimlere kadar) geniş katılımlı basın açıklamaları ve mitingler dahi yapılmadı. Bunda en büyük etken ‘Millet İttifakının muhalefet yapma tarzı’nın sola da egemen olması. Millet İttifakı 14 Mayıs’a kadar kendince bir çizgiyle (seçim odaklı pasifist sistem içi bir muhalefet çizgisi) seçim sonucunda devletin ‘temsil’ alanının kavgasız gürültüsüz kendisine verilmesini bekliyordu. Öyle bir hava verildi ki ORC, Konda gibi anket firmaları otorite olarak görüldü, Kılıçdaroğlu’nun yüzde 50’yi rahat geçeceği şeklinde bir beklenti yaratıldı, karşımızdaki güç küçük görüldü. Oysa 2017 ve 2018 yılındaki seçimlerde 2,5 milyon mühürsüz oy geçerli sayılmış, “adam kazandı” denip kenara çekilmemiş miydi? Benzer bir şekilde 14 Mayıs akşamı YSK meşrulaştırılmadı mı? Kediye ciğer emanet edilmedi mi?

Seçim sürecine eleştirel yaklaşmak ve “halkın direniş eğilimlerini seçmen davranışına indirgeyen taktik ve strateji”lerin başarısız olacağını vurgulamak ‘siyasetsizlik’le eleştirildi. 2021 yılında doların/enflasyonun artışıyla birlikte başlayan sokak hareketlerinin Kılıçdaroğlu’nun sokağa çıkmayın açıklamasıyla sönümlenmesine göz yumuldu. (Oysa hayat pahalılığına karşı Avrupa’dan Latin Amerika’ya ve Asya’ya neredeyse tüm ülkelerde kitlesel bir dalga yaşandı.) Resmi açıklamalara göre en az 51 bin kişinin öldüğü Maraş depremleri sonrası başlayan sokak eylemlerine yüklenil(e)medi. (Oysa Yunanistan’da tren kazası sonucu 57 kişinin ölmesiyle binlerce kişinin katıldığı protestolar sonucu Ulaştırma Bakanı istifa etmedi mi? Deprem sonucu yaygınlaşabilecek kitlesel eylemler Gezi/Haziran gibi bir etki oluşturulabilirdi. Bunu fark eden rejim, eylemleri daha başlamadan kuşattı.) 1 Mayıs Taksim ısrarı esasen ‘mücadele’ vurgusunun öne çıkarılması ısrarıydı. Ancak bu pratik ‘alan fetişizmi’ diye dışlandı ve seçimlere atfen “1 Mayıs 2024’te Taksim’deyiz” vaatleri verildi. Yani bu ‘eylemsiz çizgi’ ile birlikte işçi sınıfı savunmasız, örgütsüz bırakıldı. Tüm sorunlarımızı ‘sandık siyaseti’ merkezli olarak gören parlamentarist eğilimler yaşam alanlarımızı ‘saha’, işçi sınıfını ‘ücretli’ ve halkı ‘seçmen’ olarak gören bir anlayışa sahip oldu. D’hondt sistemi, matematik hesaplamalar, istatistikler, tek liste iki liste tartışması, bırakın mücadele ittifakını seçim ittifakı bile gerçekleştirilememesi, sosyal medyada bir ‘hava’ oluşturulması ve birbirlerine dönük hakaretler, seçim sonucuna dair vites artırmalar izledik ve ne yazık ki hala izlemeye devam ediyoruz…

Bu noktada Cumhur İttifakı’nın parlamentoda çoğunluğu sağlaması ve ilk tur sonuçları ile birlikte moral üstünlüğün Erdoğan’a geçtiğinin bilinciyle 28 Mayıs’a bakmak gerekiyor. Erdoğan’ın kazanması halinde (farkı daha da açarak) özellikle toplumun sol, ilerici kesimlerinde oluşabilecek kaçış ve geri çekilme eğilimlerinin önüne geçmek için mücadele etmek gerekiyor.

Önümüzdeki döneme dair

Tekrar hatırlatmak istiyorum. Yukarıda AKP ile ilgili paragraftaki örnekleri “muazzam bir sermaye büyümesinin 20 yılda oluşturulan kılcal damarlar kanalıyla halka damlatılması” ifadesi ile özetlemeye çalışmıştım. Proleterleşen kitlelerin yönetimi üzerine düşünmemiz gereken gerçekliğin bir yönü bu. Diğer yönü ise “Türkiye’nin ne ölü ne sağ olan bir işçi cumhuriyeti” olduğudur.[3] 2009 yılında 7 milyon 216 bin 465 ücretli çalışan varken işçi sayısı yüzde 100’den fazla artışla Şubat 2022 itibarıyla 14 milyon 515 bin 554’e ulaşmış durumda. İşçileşme hızı yüzde 100’leri geçerken aynı dönemde nüfus artışı ise yüzde 18’lerde seyretti. Nüfus artış hızından daha yüksek işçileşme hızı söz konusu. (İşçileşme hızı özellikle 2018 yılı sonrası daha da hızlandı.)

Emek-sosyalist harekete hâkim durumda olan parlamentarist çizgi işçi sınıfının en ezilen, en düşük ücret alan, en dışlanan kesimlerini merkezine almadı. Bu duruma direniş çizgisinin zayıflığı da eklenince (AKP’nin de sağında olan) siyasi gericilik proleterleşen kesimlere nüfuz edebildi. Göçmen ve Kürt işçilere karşı ‘Türklük’, kadın işçi hakları karşısında ‘erkeklik’, çocuk/genç işçilere[4] karşı ‘kıdemli olmak’ gibi sınıf içi düşmanlaştırıcı politikalar işçileşen kitlelerde karşılığını buldu.

Maraş depremleri sonrası ‘burada devlet yok’ çığlığı Saray Rejimi’nin yavaş ama geri döndürülemeyen çözülme/yönetememe krizini de gösteriyor. Diğer yandan proleterleşme sürecine ve bunun yönetimine karşı müdahale/mücadele eden bir direniş çizgisi zayıf da olsa belirgin ve önümüzdeki dönemde artık daha etkili olabilmesinin koşulları da oluştu. Anti-faşist mücadele ile sınıf mücadelesi arasındaki bağı kuran, “Kurtuluş işçi sınıfının/halkın ellerindedir” diyen bir perspektifi oluşturabilecek “Herkes konuştu sıra bizde” iradesini ortaya koyacak gün geldi... (MURAT ÇAKIR - SENDİKA.ORG, 19.05.2023)

Dipnotlar:

[1] Bu değerlendirme, AKP’li yıllarda 1 Mayıs eylemleri, direnişleri, https://sendika.org/2023/04/akpli-yillarda-1-mayis-eylemleri-direnisleri-683296/ ve Bir ‘seçim mitingi’ olarak 1 Mayıs 2023, https://sendika.org/2023/05/bir-secim-mitingi-olarak-1-mayis-2023-684649/ yazılarının devamı niteliğindedir.

[2] Halkevleri Genel Başkanı Nebiye Merttürk’ten seçim açıklaması: “Teslim olmak yok, umutsuzluk yok, kurtuluş kendi ellerimizde!”, https://sendika.org/2023/05/halkevleri-genel-baskani-nebiye-mertturkten-secim-aciklamasi-teslim-olmak-yok-umutsuzluk-yok-kurtulus-kendi-ellerimizde-685005/

[3] Türkiye işçi cumhuriyeti: ‘Biz ne ölüyüz ne sağ’ – Kansu Yıldırım, https://mavidefter.net/turkiye-isci-cumhuriyeti-biz-ne-oluyuz-ne-sag/

[4] Seçim sürecinde işçilere tepeden bakan yaklaşımlar çok rahatsız ediciydi, bu yaklaşımlar sonucu ‘işçi’ kavramı bile çokça tartışıldı. Ancak bir görünmeyen hususu da ben ekleyeyim. İnce, açıklamalarında gençler içinde karşılık bulduklarını söyleyip “seçmen yaşı 15’e düşerse kazanırım” demişti (Özdağ’ın da benzer söylemleri oldu). Buna cevaben sosyal medyada “yok 12’ye düşsün daha çok alırsınız” diyerek “size ancak çocuklar oy verir” dalgası geçilmeye çalışılmıştı. Oysa çocuk nüfusun toplam nüfus içindeki oranı düşerken 15-17 yaş grubundaki çocukların işgücüne katılma oranı 2021’de 16,4 iken 2022’de yüzde 18,7’ye çıkmıştı. İş cinayetlerinde ölenlerin yüzde 5’i çocuktu. 12 yaşında bir mevsimlik tarım işçisi, 15 yaşında bir sanayi işçisi çoğu zaman sendikal bilince sahip bir çalışma/yaşam tecrübesine sahipti…

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.