Faşizmin inşası (Oğuzhan Kayserilioğlu)
Dinginlik beklentisine girmeyip, fırtınalı bir denizde bata çıka yol almayı göze alarak, kaotik ortamın ve kaos olasılığının bilinçleri baskı altına alıp teslim almasına izin vermeyerek, faşist inşa sürecinin yarattığı yeni gerçekliği olduğu gibi görmeyi göze alıp, uzun soluklu bir halk hareketini inşa etmek ve o direnişin kurucu öncüsü ve savaşçısı olmak gerekiyor...
Faşizmin inşa süreci içinde güçlü ve zayıf ögeler barındırarak sürüyor.
Güçlü yönünden bakılırsa, devletin iç yapısındaki yaşanan mevzi savaşlarında kazanılan mevzilerin artışına dayanılıp güç kazanılarak artık son hamleler yapılıyor, inşaat bitmek üzere; zayıflıklarına odaklanan bir bakış ise, her an çözülüp dağılabilecek derme çatma bir inşaatın hiçbir zaman tam bir zafer kazanamayacak bir kaderle yüklenerek sürdüğünü görecektir.
Sürecin kaderi netleşmiş değil, mücadelelerin içinden geçilerek belirlenecek.
Öte yandan, muradımız anlaşılsın diye süreci kabaca ikiye bölsek de, elbette o kadar basit değil; faşizmin inşası sürecinde çok farklı iç süreçler aynı anda yaşanıyor ve ancak çok yönlü bir bakış sürecin bütünlüğünü kavramamızı sağlayacaktır.
Faşizm, çözülmeyen ve üstelik sürekli yenileriyle zenginleşen irili ufaklı krizlerle hatta bazen son Yargıtay kararında olduğu gibi şoklarla kendisini gerçekleştiriyor. Yaşanan krizleri sadece bir zaaf değil, aynı zamanda faşizmin inşa sürecine ve aslında faşizmin kendisine içkin olgular, faşizmin kendine özgü normalliği olarak görmek gerekiyor.
Özellikle iktidarın MHP kanadının “gemileri yakmış” olduğu görülüyor, AKP ise daha temkinli ve gittikçe azalan oranda olsa da hala meşruiyet arayışında. Farklılık, faşist sürecin içindeki “görev bölüşümünde”, ilki devlette, diğeri hem devlette hem de toplumsal alanda iş görüyor.
Gittikçe hızlanarak ve kapsama alanını genişleterek akan faşist inşa süreci, ilerlediği sürecin her aşamasında yarattığı yıkımın sineye çekileceği kapsayıcılıkta meşruiyet yaratamıyor. Meşruiyet sorunu yaşadıkça da, toplumsal güçlerde oluşup dışa vurmaya başlayan hoşnutsuzlukları ya da orada burada boy veren direnişleri gittikçe yoğunlaşıp daha geniş alana yayılan devlet şiddetiyle ezmeye çalışıyor, hatta son dönemde MHP kökenli “sivil” şiddetin de yoklandığını görüyoruz.
Sürecin hedefine ulaşan bir netlik sağlayamadan uzayarak sürüp gitmesi, faşizmin olmadığını değil, geçmişteki klasik yapısına göre “eksik” olarak ya da daha doğrusu günümüze özgü bir kendilik kazanarak ve süreç halinde var olduğunu gösteriyor.
Evet, geçmişteki faşizm/lerin somut biçimleniş hallerini ve gerçekleşen faşizm/lerin analizinden çıkan kavram setlerini önemseyip günümüzü anlamak için onlara başvuralım ama aynı zamanda her şeyin olduğu gibi faşizmin de somut-tarihsel bir olgu olduğunu, günümüzün faşizminin ancak günümüz koşullarının içinden günümüze özgü biçimler ve yapılar edinerek gerçekleşebileceğini, kendisinde geçmişteki hallerine göre kimi farklılıklar barındırabileceğini unutmayalım.
Çözülme, parçalanma, direniş
Faşizmin artık meşruiyet gözetmeden dengesizce hızlanan hamlelerinden, sürecin mimarlarının “artık başarabiliriz” diye düşündüklerini ama hem de telaş içinde olduklarını ve fazla vakit kaybına tahammüllerinin kalmadığını anlıyoruz.
Meşruiyet azalması ve şiddet artışı, toplumsal ve siyasal yaşamı normalin çok üstünde bir hızla, parçalanmış ve taşımakta zorlandığı gerginliklerle yüklü olarak akmaya zorluyor. Ülkede her an irili ufaklı bir dizi olağanüstülük yaşanıyor. Sürekli artan gerilim bireysel ve toplumsal iradeleri sürekli daha fazla basınçla baskılayarak çözülmeye zorluyor. Hem muhalif güçler hem de iktidar aynı zorlamanın baskısı altında.
Sadece yaşam değil, bağlı olarak ülkedeki ulusal bütünlük de parçalanma eğik düzleminde hareket ediyor. Kürtlerde bir arada yaşama arzusu yok olmaya doğru sürüklenirken, başka birçok toplumsal güç de kendi özgün özerk alanlarında konumlanmaya doğru savruluyor. Özerk alanlar oluştukça, özerk var oluşların mevcut “ulusal” bütünlükten kopuşarak kendisi olma eğilimi güç kazanıyor ve özerk alanlar arası ittifaklar ve savaşlar oluşmaya başlıyor. Sonuçta, ulusal asabiyet içe doğru çökme eğiliminde! Açık değil mi, içerdekilere eklenecek bir dış gerilim söz konusu eğilimi hızlandıracaktır.
Evet, var olanlar yetmezmiş gibi, süreç içinde kendisini oluşturan bir ulus krizi ivmesini almış, hareket edip kendisini yapılandırıyor..
Bir zamandır içinde olduğumuz kaotik ortam sabit değil, sürekli güç ve alan kazanıyor. Toplum artık kaotik gerginlikleri taşımakta zorlanıyor. Ve, bölgede her an parlama olasılığı taşıyan savaşın kapıyı çalması kaotik ortamı kaosa sürükleme potansiyeliyle yüklü.
Küresel düzeyde yaşanan hegemonya krizinin yarattığı savaşların ön cephesinde konumlanan Türkiye, söz gelimi İsrail-Filistin savaşının Lübnan’a ve sonra İran’a sıçramasının üstüne yükleyeceği şiddetli ek gerilimleri kaldırabilecek bir ulusal bütünlüğe/dayanıklılığa/asabiyete ya da ekonomik ve askeri güce veya gerekli ittifaklara sahip değil.
Üstelik, hepimiz görüyoruz, öylesi gelişmelerin yaşanması olasılığı hiç de güçsüz değil ve o durumda ülke coğrafyasının bölgesel ve küresel güç alanları tarafından “oyun alanına”/ön cephe ülkelerinden birisi olmaya sürüklenmeye çalışılacağı açık değil mi?
Evet, iktidar alanı “madem kartlar yeniden karılıyor o halde bizde masada olalım, oluyoruz da zaten” söylemini üstelik böbürlenerek çok kullanıyor da, o malum masada acaba “katılımcı/oyuncu” mu yoksa “meze” mi veya “ikisi birden” mi olduğumuz/olacağımız tartışma konusu.
O arada, oluşan basınç altında, özellikle vurgulayalım, sadece çözülme ya da parçalanma değil aynı zamanda halkçı demokratik bir zeminde direnme eğilimi de oluşuyor.
Tarikatlar, siyasal İslam, çeteler…
Faşizmin kurumsallaşma sürecinin özel bir bileşeni olan tarikatlar, toplumsal ve siyasal yaşamın merkezine yerleştirilmeye çalışılıyor.
Toplumsal yaşam tarikatlar üzerinden mikro düzeyde/hücrelerine dek içerilerek uygun bir yapıya sokulmaya çalışılıyor, sokuluyor. Siyasal yaşam ise, doğrudan sermayenin ve siyasal egemenlerin çıplak çıkarlarını dini söylemle savunan bazı kurumsallaşmalar ve tutumlarla işgal ediliyor. Din, sermaye ve egemen fraksiyonların çıkarlarına “kutsallık” kazandırmak için kullanılıyor. Kutsallaştırılmış teokratik-faşist kalıplar, hala var olan demokratik ögeler tasfiye edilip boş alan açılarak ya da kendisine özgü yeni alanlar/mekanlar inşa ederek siyasal alana dayatılıyor. Siyasal alan bir bütün olarak teokratik-faşist zeminde yeniden yapılandırılıyor.
Tartışılmaz kutsallıklardan oluşan özel bir faşist toplumsal ve siyasal alan inşa ediliyor. Bu süreç ilerledikçe iktidar karşıtı güçlerin tepkileri artıyor, faşist süreç açısından riskler çoğalıyor, sürtünmeler sürecin hızını kesiyor.
Din, sermayenin ve diktatörlüğün güncel ihtiyaçları doğrultusunda yapılandırılarak siyasallaşıyor. Güncelleştirip siyasallaştırılarak “icat edilen” özel bir din anlayışı, Erdoğanist siyasal İslam, egemenlere bir açıdan halkı kendi istekleri yönünde konsolide etme imkanı veriyor. Ama öte yandan Erdoğanist siyasal İslam halkın yaşadığı zorlukların doğrudan sorumlusu olma gerilimiyle yükleniyor. Erdoğanist İslam kendisini “gerçek din” olarak gösterdiği için, dinin üstündeki kutsallık halesini dağıtarak onu dünyevileştiriyor, eleştiriye hatta sorgulanıp kopuşmaya açık hale getiriyor.
Birçok bakanlık, bakanlıklara bağlı yerel idari birimler, valilik ve kaymakamlıklar, emniyet teşkilatı ve nihayet ordu tarikatlarca işgal edilmiş durumda. Diğer alanlarda pek de direnişle karşılaşmadan ilerleseler de ordu içinde sorunlar yaşandığı anlaşılıyor. Orduya yeni alımların doğrudan Erdoğan’a biat eden SADAT üzerinden yapıldığı iddia ediliyor.
Sadece egemen siyasal alanın merkezinde değil, toplumsal yaşamın ekonomi alanında da tarikatlar sermaye birikim havuzlarına dönüşüp, holdingleşti. Artık dünya nimetlerinden el etek çeken “takva” tutumu bir antika olarak müzeye kaldırıldı, tam tersine en bayağısından bir lüks yaşam edepsizce gözlerimize sokuluyor.
Siyasal ve toplumsal yaşamda kazanılan mevzileri ve kapsadıkları kitleyi de hesaba katarsak, tarikatların iktidarın hedeflediği yeni düzenin kurucu güç alanları olarak yapılandırıldığı anlaşılıyor. Yaşam bir tarikatlar koalisyonunun üstünde yeniden yapılandırılmaya çalışılıyor.
Tarikatlar yerellerde zaten bir kısmı doğrudan kendi müritlerinden oluşan devletin yerel teşkilatlarıyla ve yerel mafya çeteleriyle iç içe geçiyor. Bu tarz bir ilişkilenmeyle oluşan faşist siyasal ve toplumsal alan, içindeki bileşen güçlerin etki alanını genişletiyor.
Öte yandan, söz konusu teokratik-faşist sürecin karşısında oluşan tepkiler de sistem içi resmi muhalefet tarafından “o eski güzel günler” söylemiyle yüzeye çekilerek Kemalist laikliğin kutsanması zayıflığına sıkıştırılıyor. Oluşan açmaz, siyasal İslamın iktidarlaşması sürecinin önünü açıyor.
Solun iki önemli zaafı iktidarın güç kazanmasını ve muhalefetinin dar alanda sıkışmasını sağlıyor. İlkin, sol, Kemalist laikliğe sıkıştıkça kendi bağımsız, halkçı-demokrat ya da sosyalist laiklik anlayışını inşa edemiyor. Bu zayıf ve yenilgili konumlanma, hem Kemalizmin etki alanından çıkamama hem de laikliği somut-tarihsel bir olgu olmaktan çıkarıp, onun toplumsal gerçekliğin dışında kendi başına bir mutlak doğru olduğu anlayışından çıkıp geliyor. O zaman da, tam da zamanı gelen laiklik hak ettiği siyasal güce ve toplumsal meşruiyete ulaşamıyor.
Ve ikincisi, sol, İslam’la onun reddiyesi basitliğinde ilişkilenmeyle yetinip, İslam’ın halkçı-demokrat yorumu olasılığına ilgisiz kalıyor. İslam, bir siyasal ve toplumsal hegemonya mücadele alanı olma potansiyeli görmezden gelinerek, tarihsel derinliğinden gelen gücüyle faşist sürecin hizmetine sunuluyor.
İslam ya da genel olarak din, insanın insanlaşması sürecinin önemli momentlerinden birisidir ve onunla basit bir reddiye kertesinde ilişkilenme hiçbir kalıcı sonuç üretmez; hesaplaşma, içinden geçilerek, o geçiş sürecinde dışlamalar ve içermeler gerçekleştirerek kalıcı kazanımlar sağlayabilir.
Devlet, hukuk ve faşizm
Can Atalay’a yönelik hukuksuzluğun iktidar güçleri tarafından açıkça savunulması konusunda yaşanan süreç fiilen bir “Anayasızlık” gerçeğini yarattı. İktidar alanının devletin içinde kazandığı mevzilere çok güvendiği, “Anayasızlık” gerçeğinin yaratacağı anaforların kendi içindeki ittifakı bile dağıtabilecek şiddette gerilimler yaratabileceğini gözardı ederek, karşılanabilir riskler düzeyinde değerlendirdiği görülüyor.
Bu süreçte, iktidarın en büyük güvencesi, resmi-sistem içi muhalefet alanının şimdiye dek olduğu gibi durumu idare eden birkaç “mız mız” yaptıktan sonra köşesine çekileceğine inanması, sistem dışı muhalefetin de zaten kendisini rahatsız edebilecek bir güç alanına sahip olmadığını saptaması olmalıdır. Akşener ve Davutoğlu’nun iktidar alanına sürekli göz kırpması ve adeta “davet bekler” bir konuma yerleşmeleri iktidara güç veriyor. Özer-İmamoğlu iklisinin liderliğindeki yeni CHP önderliğinin alışılagelen CHP tarzından kopuşma yönündeki hamlelerinin gerçekliği, hiç olmazsa sistem içi bir muhalefet olup olamayacakları önümüzdeki kısa dönemde belli olacak. Gerçek bir sistem içi muhalefetin yol aldıkça yeni kapasiteler edinerek güç kazanması mümkün olmakla beraber, geçtiğimiz yıllardaki tecrübeler bu yönlü bir gelişmenin çok düşük olasılık olduğunu gösteriyor.
Evet, en demokrat burjuva devlet bile, küçük bir azınlığın halk üzerindeki baskı aygıtı olduğu gerçeğinin bir iç-olgusu olarak, kendi içinde “gizli” ve “hukuk dışı” örgütlenmeler barındırır. Hatta, nispeten yüzeyi kapsayan “hukuk”, derinlerdeki sert çekirdekten bakılınca sadece meşruluk kazanabilmek için katlanılması gereken bir “yük” olarak görülüyor olmalıdır. Kriz anlarıdır ki, üstündeki baskı ve sömürü artan halkın tepki göstererek sistemi zorlamasını açığa çıkarır ve devletin derindeki çekirdeğini harekete geçirip görünür hale getirir. Öyle sıkıştığı anlarda elini kolunu bağlayan “hukuk” ya da “anayasa” gibi bağları koparıp atan devlet vahşi-acımasız yüzünü gösterir.
Ancak, elbette sadece iki zıt yönden bakış aşırı basitleştiricidir; evet, devletin yapısına bir bütün olarak egemenlik alanı olmanın yapısallıkları sinmiştir ama devlet esas olarak görünen yüzüyle çekirdeği arasındaki “ara bölgede” bir “melezlik” olarak kendisini gerçekleştirir. O basit bir baskı aracı değil, farklı düzeylerde yaşanan mücadelelerin alanıdır. Egemen fraksiyonların iç gerilimleri ve farklı bir düzlemde halkla egemenler arasında yaşanan gerilimlerin dayattığı “demokratik haklar” devlet alanı içinde sonuçlar üretir. Egemenliğin rutin günlük akışını sağlamak, sistemin rekabetçi ve anarşik yapısının ürettiği sorunları çözmek ve sisteme meşruiyet üretmek gibi süreçler de devletin farklı aygıtlarının işleyişiyle düzene sokulmaya çalışılır.
Kaldı ki, zaten burjuva anlamıyla demokrasiyi bile sadece halkın kendisinden koparıp aldığı haklar düzeyinde barındıran ve bu hakların hiçbir zaman burjuva demokratik bir anayasal sistem haline sıçramasına izin vermeyen TC açısından durum çok daha vahimdir. Çıplak ve saldırgan egemenlik tarzı egemenlik sisteminin her alanında bir biçimde yerleşiktir, sık sık kendisini gösterir, unutulmasına izin vermez.
Tam da bu yüzdendir ki, sosyalistler açısından, zaten tümüyle anti-demokratik nitelikte olan mevcut Anayasa’nın çiğnenmesi üzerine, söz konusu çiğneme gerçeğinin siyasal analizi ve ortaya çıkardığı gerçeklerin teşhirinin ötesine geçip, mevcut Anayasa’yı koruma noktasına savrulmak, şimdiki ülke gerçekliğinin yarattığı rüzgarların önünde sürüklenildiği anlamına gelir ve panikle çırpınarak sistemin bataklığına batmaktan başka sonuç üretmez.
Şimdi, egemenlik sisteminden özel bir kopuş sürecinde konumlanmak, var olan Anayasa üstündeki egemenler arası tepişmeleri dışlayarak “Demokratik Cumhuriyet” ve onun omurgası olacak “Demokratik Anayasa” parolalarını öne çıkarmak, siyasal ve toplumsal yaşamın bütün alanlarına böylesi bir hedef tarafından belirlenerek müdahale etmek, halkçı-devrimci bir bağımsız seçeneği parlatmak ve yakalanan her fırsatta fiilen inşa etmek zamanıdır.
İşçiler, yoksullar, Kürtler, kadınlar, Aleviler, gençler…
İşte, faşist süreç, sürekli skandallar yaratarak, irili ufaklı darbelerle halkı ve halkı savunan siyasi güçleri darbeleyerek, zenginleri Karun yapıp gittikçe daha fazla yoksulu çöplerden meyve sebze toplamaya mahkum ederek, toplumu hücrelerine dek çürütmeye çabalayarak, gittikçe daha fazla hukuktan kopuşup daha çok şiddete ve demagojiye başvurarak ve çeteleşip mafya ile iç içe geçerek, İslam’ı kendisinin bayrağı olacağı bir yorumla özel bir kalıba sokup halkı uyuşturan bir “afyon” yaparak, holdingleşen tarikatları ve “takva” bir yana hepsi birer sermayedar ve en bayağısından tüketim budalası olan tarikat şeyhlerini yeni düzenin önemli bir kurucu gücü yaparak ilerliyor, daha doğrusu ilerlemeye çalışıyor.
Peki, ne yapmalı?
Dinginlik beklentisine girmeyip, fırtınalı bir denizde bata çıka yol almayı göze alarak, kaotik ortamın ve kaos olasılığının bilinçleri baskı altına alıp teslim almasına izin vermeyerek, faşist inşa sürecinin yarattığı yeni gerçekliği olduğu gibi görmeyi göze alıp, uzun soluklu bir halk hareketini inşa etmek ve o direnişin kurucu öncüsü ve savaşçısı olmak gerekiyor.
Faşist süreç şimdiye kadar kazandığından daha geniş bir alanda toplumsallaşmakta ve sonuç alabileceği düzeydeki hamleleler yapabilmek için yeterli meşruiyet üretmekte zorlanıyor. Yerel ekonominin gerçekleri önümüzdeki kısa dönemde iktidarı daha fazla meşruiyet alanının dışına itecek.
Son zamanlarda mevcut zayıf halinden çıkıp yükselme eğilimini yoklayan işçi direnişlerini, yoksullaştırılmaya karşı yükselen öfkeyi, Kürtlerin, kadınların, Alevilerin ve gençlerin direnişlerini güçlendirme, ortaklaşma yönünde ivmelendirme, protesto etmekle ya da sadece günlük haklar kazanmakla yetinen değil kendi halkçı-demokratik düzenini inşa etmeye yönelen bir yapıya kavuşturma, bu kavuşmayı her an her fırsattan istifade ederek yeniden üretme zamanıdır.
Siyasal öncülük, söz konusu direnişçi toplumsal güçler ve onlarla ilişkili siyasal güçlerin, şiddet ve demagojiyle ilerleyen faşist süreci tıkayıp boğmak ve aynı sürecin “olmazsa olmaz” bir bileşeni olan halkın ihtiyaçlarının Anayasal güvenceye alınacağı demokratik bir Cumhuriyet hedefine doğru harekete geçebilmek için ortaklaşmasını sağlamalıdır. Böylesi bir ortaklaşmayla, mücadelenin üstünde konumlanacağı güncel zemin inşa edilmiş olacaktır.
Bu halkçı-devrimci zemin, mücadelenin “protestocu” ya da “tutum deklare eden” veya “her grubun gerçeklik onu hiçleşmeye sürüklerken ahmakça sadece kendisini güçlendirmekle yetindiği” bir zayıflıktan çıkmasını, gerçek güçlerin gerçek güç ilişkileri alanında konumlanabileceği güç eşiklerini aşmasını sağlayacaktır.
Yerel seçimler sürecinin sağlayacağı imkanlar, böylesi bir halkçı-devrimci zeminin inşasına hizmet edecek tarzda kullanılmalıdır. Aksi, faşizmin saldırısı gerçekliğine gözünü kapayan bir zavallı duruş olacak, seçimlerde yerel kimi mevzilerin kazanılmasını engelleyecek, bir biçimde kazanılacak mevzilerinde “kayyum” yoluyla gasp edilmesinin önünü açacaktır.
Faşizmin ne olduğu, nasıl ilerlediği, neyi hedeflediği çok açık, saklısı gizlisi yok! Sorun, siyasal öncülük sonuç alamadığı için bir türlü kendisini gerçekleştiremeyen halkın (kendiliğinden değil) bilinçli ve kendi hedefine doğru fiilen yol alan hareketinin yokluğu ya da olduğu kadarıyla zayıflığıdır.
Peki, acaba şimdi-hemen yapmamız gerektiği halde neyi yapamadığımızı 12 Eylül sonrasında olduğu gibi faşizmin zindanlarında sözümona “özeleştiri” vererek mi anlayacağız, yoksa anlaşılması çok da zor olmayan bu devrimci görevi şimdi-hemen yapmayı becerebilecek miyiz? (OĞUZHAN KAYSERİLİOĞLU - SENDİKA.ORG)
Hiç yorum yok