Dilber evin barkın yok mu?
Dilber’in evi barkı yoktur. Zaten, onu Comodo ejderine dönüştüren şey, evsizliğidir. Fakat, işi gücü yolunda, Angara Havasına ‘dans’ diyen bir grup insanın seküler eğlenceyi evin reddi sanarak coşmaları ile Dilberlerin evsizliği arasında büyük bir mesafe var.
Yılmaz Erdoğan 90’larda, neredeyse Balzac kadar büyük bir tipoloji ustasıydı. Mükremin Çıtır, Feriştah, Mahrukatçı Numan, Of Aman Necdet, Saldıray Abi, Spartaküs Vedat, Laz Bakkal, Mücver Hanım ve hiç görmediğimiz Cumhur Abi ve Tirpişon… Sonra, Cinema Paradiso’nun ithal ikamesi işine girip başarılı olunca, zanaatkarlığı bıraktı. Ya da zanaat onu bıraktı. Sonrası malum, kendisi BKM üzerinden komedi endüstrisinin en büyük işverenlerinden birisi haline geldi.
BİR DEMET TİYATRO |
Çok kazandı ama çok da kaybetti. Mesela, “Kayıp Kentin Yakışıklısı”nın boğazındaki yumru ya da Mükremin Çıtır’ın bıçkınlığı, parlak zekası artık onunla değil. Yılmaz Erdoğan, Yumrunun boşluğunu, buğu efektleri ve eko ile tahkim ederek, sesini hüzünlü hale getirmeye çalışıyor; ironiyle parlayan zekasının yerini de ışıltılı PR fidbekleri ve prodüksiyon numaraları aldı.
Ama dibin dibi var.
YILMAZ ERDOĞAN |
Hatay mevzusunda bir araba linç yeyişinin birinci sene-i devriyesini henüz idrak edememişken, Yılmaz Erdoğan, reklamın iyisi kötüsü olmaz felsefesindeki hikmeti keşfetti ve geçimini kendisine küfür edenlere hakaret davası açan Halil Konakçı benzeri kişilerin ciro yapmak için çektiği ‘layikçi köpekler’ tarzı infial videoların bir benzerini “failin olaydım” diyerek yaptı ve şüyu vukuundan beter yerine oynadı. Feministlerden yeter miktarda yalancıktan dayak yeyip, PR çalışması doyum noktasına ulaşınca, bir spoiler: meğerse bu “fail” bir Dr. Kimbıll kompleksi değil miymiş. Utanın feministler utanın, daha katil ile faili ayıramayan şuncağız adamı ne hallere koydunuz, keşke lafını bitirmesini bekleseydiniz…
İnci Taneleri, Hazal Ergüçlü, Yılmaz Erdoğan |
Şimdi de Ankara’da Pavyon Dansı Kursu ile “sizbizimmutenalaştıramadıklarımızdanmısınızcılar”ın “yoksa siz hala ananızın havasını mı oynuyorsunuz?” performansı. Aslında burası da fazlasıyla, PR ve prodüksiyon kokan bir hareket, ama bunu ispatlamak mümkün değil. Prodüksiyon ise zaten yapacak bir şey yok, ama değil de Ankara’daki birkaç “gentry”nin işi ise Yılmaz Erdoğan’ın Deli Emin jestiyle “Şerrefsizim benim aklıma gelmişti” diye ellerini oğuşturduğunu düşünmek için çok sebebimiz var.
Kahramanın Dr. Kimbıll, hanenin Bonanza, gerilimin Dallas olarak tahayyül edildiği zamanlar geçti. Düğün çalgıcıları (bile) ekoyu kapattı akustiğe geçti, hatta Cinema Paradiso’nun melankolisi bile tükendi. Dahası, Türkiye Gazetesi ve İhlas Pazarlama’nın piyes kasetlerinin mirasını takip eden Havuz Medyası ve muhafazakar dünyanın helal eğlence otellerinde sahne alıp, Mesnevi’den hikmetler anlatan, şiirler okuyan İbrahim Sadri gibi yakışıklıları saymazsak; bu lise talebesi gibi ekolu şiir okuma ve çakma hüzünle çiğleştirilmiş seslendirme işinde pek kimse kalmadı. Yılmaz Erdoğan’ın, Mükremin Çıtır’ın ikinci gel(emey)işinde konuyu anlaması lazımdı ama olmamış, o zaman Hegel’in (ve tabii Marx’ın) şu meşhur tiradını Bilal’e anlatır gibi uyarlayalım: Yılmaz Erdoğan’da şeyler iki kez ortaya çıkar, ilkinde komedi, ikincisinde trajedi.
Ekoyu kapattığımıza göre, gentry meselesine gelebiliriz.
Gentry(1) ve bu kelimeden türemiş olan gentryfication Türkçe’ye mutenalaştırma ya da soylulaştırma olarak çevriliyor. Günümüzde, kentsel dönüşümler ile tekinsiz yerlerin elitleştirilmesi için kullanılan sosyolojik bir terim. Aynı şekilde, alt kültüre ait bir ritüelin (Hıdrellez), sanat yapıtının (Jazz, Blues), yemeğin (sokak lezzetleri) gurmeler, küratörler, ‘elit’ sanatçılar tarafından üst sınıfların beğenisine takdim edilmesi de bir tür gentryfication/mutenalaştırma faaliyeti. Fakat, kelimenin etimolojik izleri, sosyo-tarihsel bir sürece işaret ediyor: 17. yüzyıldan itibaren merkantilizm ile zanaatkar olmaktan çıkıp, koloni ticareti ile zenginleşmiş olan burjuvalar önce sanat ve mimari aracılığı ile kendi elitizmlerini kurmaya çalıştılar ama olmadı. Sonra, Da Vinci gibi kaprisli sanatçıları finanse etmekten daha ucuza, artık asaletinden başka bir ünvanı kalmamış yoksul aristokratlarla evlilikler yapmaya başladılar ve soylular paraya, burjuvalar da ünvana kavuştular.
Böylelikle burjuvalar, elitleşti ve uzunca bir süredir, yalnızca parayı değil, toplumun beğeni yargılarını da yönetiyorlar. Beğenmekten öte, beğenmemek ve beğenileri yönetmek büyük bir iktidar alanı(2), sosyal medyada insanların kendilerini ve deneyimlerini bu kadar sergilemelerinin en önemli sebeplerinden birisi bu seksi iktidar alanı.
Amerika’nın ve Avrupa’nın Jazz, Reggy, Blues başta olmak üzere pek çok etno-folk kültürü mutenalaştırması böyle bir sürecin sonucu. Fakat Türkiye’de burjuva olmak yeterince tartışmalı bir konu olduğu için, beğenilerin oluşması ve yönlendirilmesine sıra daha anca geliyor. Müslüm Gürses ve Bergen herhalde ilk soylulaştırılanlar oldu bu anlamıyla. Sonra, Neşet Ertaş ve bozlaklar. Yakın zamanda, orta-sınıflar pavyonlar ve gazinolar ile ilgilenmeye başladılar.
Ben, 2010 yılında konu hakkında yazmaya ve araştırma yapmaya başladığımda, birkaç blog yazısı, Behzat Ç’de kimi sekanslar ve Demet Şenler’in bir kitap bölümü dışında pek bir şey yoktu. Hovarda Alemi’ni takiben, birkaç belgesel çekildi ve gazino sahnelerini, pavyon sahnelerini filmlerde dizilerde daha çok görür olduk. İnsanların, pavyonlara/gazinolara dönük ilgisi yoğunlaşınca, orta sınıflar burayı mutenalaştırmaya, soylulaştırmaya, sınıfsal olarak elit hazların arasına katılabilecek dokunuşlar yapmaya başladılar.
Peki neden şimdi ve neden pavyonlar, gazinolar?
Bence burada oldukça ontolojik bir mesele var. E.P.Thompson’un(3) bahsettiği anlamıyla söylersek, Türkiye 28 Şubat 2001 iktisadi krizinden beri bir ‘iç savaş’ın içinde. Bu kez sebep İngiliz işçi sınıfının şeytan aleti dediği makine ya da Avrupa köylüsünü şehirlere ittiren çitleme değil, iç savaşın sebebi, post-Tansu Çiller süreçte Kemal Derviş’in kayıt altına aldığı ve AKP’nin takipçisi olduğu neo-liberal politikaların kırsal toplumu çözmesi. AKP muhafazakarlığının aileyi parçalaması, kır toplumunu parçalaması ve bir bütün olarak toplumu parçalaması Thompson’un bahsettiği iç savaşın muhtevası Türkiye’de.
Kostas Ferris ölümsüz filmi Rembetiko’da(4), “savaş zamanlarında insanların daha çok eğlenmeye” yatkın olduklarından bahseder. Burada ilk akla gelen elbette ölümün ağırlığının ve manevi ortamın seküler dünyevileşme ile dağıtılması. Gerçekten böyledir ve bunun böyle bir yanı vardır, fakat asıl mesele şu, savaş zamanlarında, insan bedeni bilhassa kadın bedeni 5 kuruşa düşer. Eğlence sektörünün en fazla ihtiyaç duyduğu maliyet kalemi neredeyse sıfırlanır. Mesela 1. Dünya savaşı sonrası İstanbul’da yaşanan canlı gece hayatının sebebi, Ekim Devrimi ile İstanbul’a akan Rus elitleridir(5). 1920’lerde Yunanistan’da Rebet kültürünü ortaya çıkaran şey, Anadolu’dan Yunanistan’a giden ve “Türk tohumu” olarak görülüp, topluma entegre edilmeyen Rum mübadillerdir. Benzer hikayeleri, koloniciliğin ve köleliğin en yaygın olduğu kentlerdeki jazz-blues korelasyonuna bakarak ABD tarihi üzerinden de takip edebiliriz.
Dolayısıyla, “Dilber senin evin barkın yok mu?” diye sormadan önce, bir şey sormamız lazım? Kimdir bu Dilber?
Dilber: henüz öğrenci iken kredi kartı batağına düşmüş ve atanamadığı ve iş bulamadığı için işsiz genç kadındır; kocası tarafından çocukları ile sokağa atılmış ve devletin ne kim ne de kimse olamadığı dul kadındır; babasının alamadığı bir çift ayakkabı ile tik-toktan kandırılan yoksul köylünün kızıdır; babasının gönderdiği para ile geçinemeyen öğrencidir; aklı bir karış havada ergen kız çocuğudur; Orta Asya, Balkanlar ve Kafkaslar’daki yoksulluktan kaçıp kurtulmaya çalışan kadındır; çetelerin evini başına yıktığı ve tüm sülalesini katlettiği Suriyeli kadındır. Yoksuldur, kimsesi olsa da kimsesizdir ve kelimenin her anlamıyla evsizdir.
Dolayısıyla, Dilber’in evi barkı yoktur. Zaten, onu Comodo ejderine dönüştüren şey, evsizliğidir. Fakat, işi gücü yolunda, Angara Havasına ‘dans’ diyen bir grup insanın seküler eğlenceyi evin reddi sanarak coşmaları ile Dilberlerin evsizliği arasında büyük bir mesafe var. Tıpkı Dilberlerin bedeni dahil kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış olarak gazino/pavyon pistine çıkmasındaki meydan okuma ile pavyonu dansla soylulaştırmaya gelenlerin Angara havalarında kaybedecek çok şeyleri olmaları gibi. (OSMAN ÖZARSLAN - GAZETE DUVAR)
NOTLAR:
(1) Werner Sombart, Burjuva
(2) Pierre Bourdieu, Ayrım
(3) E. P. Thompson, İngiltere’de İşçi Sınıfının Oluşumu
(4) https://www.youtube.com/watch?v=VhuNnt-xycE
(5) Charles King, Pera Palas’ta Gece Yarısı: Modern İstanbul’un Doğuşu
Hiç yorum yok